Gönül bir gemidir, sen dümenisin,
Yelken açmak ister bu dervişlerin.
Cemalin benzetip ümmül kitaba,
Aşıklar zerredir sen afitap.
Dünya bir umman görmeyene, çiledir bilmeyene, hayat acımasız hissedip duymayana. Gelenler, gidenler bizlere misaller bırakıp göçtüler, ne hikmetse ne gelenden, nede gidenden ders çıkartmıyor, aleme dalıp, içinde kaybolup gidiyoruz, ne vakit sona yaklaştığımızı hissedersek o zaman doğruyu yanlışı anlıyoruz ancak iş işten geçiyor.
Göz kör olunca, kulak sağır, algılamakta güçlük çekiyoruz, bu meyanda tabiki hayata bakış açımız değişiyor, sunulanı değilde objektif olanı seçiyoruz, o daha tatlı ve hoş geliyor. Zerreden oluştuğunu unutan gönül kendini derya sanar, oysa ummana daldığı vakit boğulacağının hesabını yapmaz.
Kimileri dünyayı çok büyük olarak algılar, kendini kudretli bilir, kimisi ise gönül gözüyle küçük olduğunu görür, elbette bakış önemli ancak o bakış için uzun ve meşakkatli bir yol kat etmek gerek, yani kaf dağının ardını görmek diyebiliriz. Var oluşu kavrayamayan, kendini tabiat olayı olarak nitelendirenler hiç bir vakit zerreden derya olacağının sırrına vakıf olamaz, bunu ne zenginlikle alabilirsin ne güç, kuvvetle, ancak idrak ve iman etmekle hissedebilirsin.
Tarih dünden bugüne bu anlayışı irdelemekle geçmiş, kimileri anlamış, anlamayanlar da kendilerini ilah ilan etmişler. Halk oluş felsefesini idraktan uzak farklı yönlerde fikir beyan edenler aslında doğruları biliyorlar, hani dünya düz iddiasında bulunan Proflar gibi, görüneni görmeyen yada istemeyen cehalet timsalleri çevresine bakmaya, hissedemeyen bakar körler. Geçen günün yarın tekrar etmesi mümkün değil, zira her gün farklı bir zaman dilimine gebe, dolayısı ile bazen son pişmanlık fayda getirmeyebilir. Yaşanan tarihi olaylardan hisse almayanlar, ders çıkartmayanlar gönül dünyasına sağır olanlardır.
Güvercinin mağara önüne yuva yapıp yumurtlaması, akrebin ağ örmesi, Musa’nın asası ve firavunun imana gelmesi ancak boğulması, Pompei şehrinin taş kesilmesi ibret vesikası değilmidir, ne hikmettir dünü çabuk unutup yarına güvenle bakamıyorlar. Geçmiş aslında geleceğin aynasıdır, bizler dünü bileceğiz ki yarın aynı hatalar tekerrür etmesin, o doğrultuda tedbir alınsın.
Ders çıkartmayanlar gelecek zaman diliminde hata yaptıklarını anlayacaklar ama iş işten geçmiş olacak, son pişmanlık fayda getirmeyecek, tarihin karanlıkları bu tip hataların çöplüğü ile dolu yeter ki görmek, dokunmak ve duymak gerek. Kişinin bedenen gelişmesinin ruhen doyduğu anlamana gelmez, vücudun gıda ihtiyacı olduğu gibi ruhun da ihtiyacı vardır, yerinde ve zamanında müdahale kesin sonuçları getirir, zaman kaybı geçmişi telafi etmeye kafi gelmez.
Ders çıkartıp, hatalardan sıyrılıp asgari düzeye çekersek başarıyı yakalarız. Ruhun ihtiyacı olan gıdayı verebilirsek, onun menbaağını tespit edip hissemizi alırsak hem bedenen he mi de ruhen felah buluruz, aksi durumda gönül gözü kapalı bilinmeyen bir aleme yelken açarız, fırtınalar, dev dalgalar yol almamızı engeller, kendimize zulüm ederiz.
Çevremizde oluşan, cereyan eden her olaydan hisse kapar, ders çıkartırsak o vakit eziyetten kurtulur doğru istikamete yöneliriz ve insanlığa faydalı oluruz. Yaptığımız doğrular ve yanlışlar sadece kendimizin hanesine değil yakınlarımıza, gelecek nesillere aksedecek aynı akıbeti yaşayacaklardır.
Dünyanın oluşumu ve canlı cansız varlıkların zaman içerisindeki faydaları incelendiği vakit zerreden nasıl derya oluştuğu çıplak gözle görülecektir. Mesele idrak etmek, akıl yormak ve hissetmek ki duygu ve düşüncelerimiz şekillenir o vakit gerçek mana alemine gözümüzü açarız. Örnekler çevremizde haddinden fazla, ancak görmek gerek, hani Hz. İbrahim’in ateşe atılmasında telaşla giden karıncaya bir diğeri hayırdır bu telaşın neden?
Haberin yok mu İbrahim peygamberi nemrut ateşe atmış, bende su götürüyorum, senin götürdüğün sudan ne olur ateş büyük, olsun ben tarafımı belli ediyorum. Bu dahi ibretlik hadise yeter ki anlayalım, düşünelim. İki damla sudan halk oluyoruz da ancak o iki damla suya can veren ruhu üfleyeni bir türlü kabullenemiyoruz. Nereden, nasıl geldiğimizi unutup tabiatın endamına kapılıp düşler kuruyoruz, kibir yapıyoruz, yükseklerde uçuyoruz taki bir takım hadiseler cereyan edip çaresiz kalınca ALLAH diyoruz, verenin de, vermeyenin de o olduğunu zorda kalınca anlıyoruz.
Bir gün okulda deprem zuhur etti herkes de bir telaş başladı, insanlar ALLAH diyor haykırıyorlar, bir arkadaşımız ya hani siz bu ALLAH’a inanmıyordunuz niçin bağırıyorsunuz? Diye çıkıştı, tabiiki ses çıkmadı. Her hadiseyi tabiat olayı diyerek noktalayanlar bazen işin içinden çıkamıyorlar ve niçinleri, nedenleri cevaplayamıyorlar. Hiç düşündünüz mü gök yüzünden süzülüp aşağı inen yağmur damlaları ve kar taneleri bir birlerine çarpmıyorlar ancak yere temasla kuvvet oluşturuyorlar.
Kendimizi yükseklerde görmeyelim, kibir, şirk yapmayalım, mazluma müşvik, ali cenap olalım, zalime yavuz, baktığımız her canlı, cansızlarda varlığın asıl kökünü hatırlayalım o doğrultuda kendimize çekin düzen verelim.
ALLAH’A EMANET OLUN
Fani gider gündüz gece,
Dalar alemin seyrine.
Bakan yok konupta göçene,
Dört kollu da, beş metrelik beze. Namık GEDİK