İnsan, dünyaya hiçbir şeyle gelir. Elinde ne bir eşya, ne bir isim, ne de bir hak iddiası vardır. Ama doğduğu andan itibaren bir koşu başlar: sahip olmak, tutmak, biriktirmek…
Yeryüzünde kök salmaya çalışırken, aslında kendini toprağa bağlayan zincirler örer. Ve sonunda, zincirlerinden kurtulmak için ölümü bekler.
Oysa dünya, kimsenin evi değildir. Dünya, konakladığımız bir han; içinden geçtiğimiz bir yoldur.
Bu gerçeği en iyi bilenler, göçebe atalarımızdı.
Orta Asya bozkırında çadırlarını kurar, mevsim dönünce söker giderlerdi.
Toprak onlara ait değildi; onlar toprağın misafiriydi.
Her göç, bir ayrılıktı ama aynı zamanda bir özgürlüktü.
Çünkü hiçbir yere kök salmayanın yüreği hür olurdu.
Zamanla insanlar çadırlarını taşla değiştirdi; taşla birlikte kalplerini de ağırlaştırdı.
Göçebe ruh, kendini unuttu.
Artık kimse gökyüzüne bakarak yön bulmuyor; herkes betonun gölgesinde “ev sahibi” olmanın peşinde.
Ama ne gariptir ki, ev sahibi olduğunu sanan insan, aslında ölüm gerçeğiyle kiracı hâline düşüyor.
Yunus Emre, yedi asır önce sormuştu:
“Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi?”
Belki bugünün insanını da görmüştü.
O dizeler hâlâ aynı sarsıcı güce sahip; çünkü insan hâlâ aynı yanılgıda.
Yunus’un dilinde “dünya”, sadece geçici bir durak değil; kalıcı olma isteğinin imtihanıdır.
Sezai Karakoç bu mirası modern çağa taşır:
“İnsanın toprağa bağlanması, göğe olan borcunu unutturur.”
İnsan, göğe borçludur; çünkü ruh oradan gelmiştir.
Ama modern insan, ruhunu unutur; eşyasına tapan bir puta döner.
Çıngız Aytmatov’un romanlarında da aynı yara sızlar.
Yedigey, Gün Olur Asra Bedel’de bir dostunun cenazesini bozkırın ortasına taşırken, yalnızca ölüyü değil, bir çağın değerlerini de toprağa gömer.
Tanabay, Elveda Gülsarı’da atını kaybederken, insanlığın masumiyetini yitirir.
Her ikisi de bize hatırlatır:
“Toprağın efendisi olmaya çalışan insan, sonunda toprağın altına girer.”
Dünya edebiyatında da geçiciliğin yankısı sürer.
Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nde bir yargıç, son nefeste fark eder: hiçbir şey aslında kendisine ait değildir.
Rilke, Duino Ağıtları’nda göğe dönük acıyı anlatır:
“Biz kalmak istemeyiz; biz geçmek isteriz.”
Camus’nün Sisifos’u bile, kayayı boşuna yukarı taşırken bir şey öğrenir:
Anlamsızlık bile insana farkındalık verir; yeter ki o anlamsızlığa sahip olma hırsıyla bağlanmasın.
Bizim hikâyemiz, bu büyük yankıların arasında şekillenir.
Dünyamız hâlâ göçebe bir yüreğin mirasıdır; ama kalıcı olma isteğiyle hastalanmıştır.
Köklerimizde göç var, ama zihnimizde beton duvarlar yükseliyor.
Oysa bilge insanlar bilir:
İnsanın kalıcılığı, sahip olduklarında değil; dokunduğu ruhlarda saklıdır.
Bir çadır gibi yaşamak gerekir bu dünyada:
her an toplanıp gidebilecek kadar hafif,
ama her kurulduğunda etrafına gölge verecek kadar sağlam.
Dünya bir han, biz yolcuyuz.
Ve bu yolculukta kim kiracı olduğunu unutursa, dönüş yolunu da kaybeder.
İşte bu farkındalığı en iyi bilenlerden biri de Bediüzzaman Said Nursî’dir.
Ona göre dünya, geçici bir misafirhanedir; her gelen gider, her giden bir daha gelmez.
Bediüzzaman’ın sözleri, göçebe atalarımızın ve bilge yazarların hatırlattığı gerçeği pekiştirir:
“Dünya bir misafirhanedir. Her gelen gider; her giden bir daha gelmez.
Her gün bir kapı açılır, bir kapı kapanır.
Madem bu dünya bir gölgedir; gölgeyi değil, gölgeyi göstereni sevmek gerek.”
Zaman, insana her gün aynı hakikati fısıldar:
Kalıcılık, sahip olduklarında değil; dokunduğun kalplerde yaşar.
Ve belki de asıl bilgelik şudur:
Kiracı olduğunu hatırlayan, aslında ev sahibine en yakın olandır.
“İnsan, balın tadını değil; sineğin kaderini düşünmeli.”
Çünkü bu dünya tatlı bir tuzaktır.
Kim ona ev sahibi gibi yerleşirse, veda vakti geldiğinde gözleri açık kalakalır.
İbrahim Küçüker