‘’ Akıl, akıl olsaydı, ismi gönül olurdu; gönül, gönlü bulsaydı bozkırlar gül olurdu’’ (N.F.K )
Yazın bitimi, kışın başlangıcı olarak bilinir, ilk baharda açan çiçekler meyveye dönüşürken güneşin kızgınlığında yapraklar onları bir anne şefkati ile korur, taki olgunlaşıp diğer canlıların istifade etmesine değin, sonra meyvelerin tükenmesi ile vazifesini tamamlayan yapraklar bir bir dalından kopar ve akibetlerini rüzgar tayin eder, ne gariptir yemyeşil olan renkleri solmuş artık gazel halini almış olur.
Her canlının bir başlangıcı ve nihayetinde sonu vardır, mesele bu ikisi arasında verilen zaman içerisinde liyakatli, imanlı, akli melekelerle hareket sağlanabiliyor mu?
Yoksa akan selin girdabında boğulup gidiliyor mu? İnsan olmak çok basit değil, iki kelimeden oluşsa da aslında büyük manalar teşkil etmektedir, o doğrultuda hedefe varmak için mücadele etmeye dava adını vermişler. Samimi olanlar doğdukları dallara sıkı, sıkıya tutunarak ihanet nedir bilmeden köküne sadık kalmış ve savrulmamıştır. Ormanda bir ağaç henüz baharın gelmesine çeyrek kala dalları yeşillenir, çiçekler açar erken açtığı için henüz daha uyanmamış olan diğer ağaçlar kuru gözükmekte onlara nispet yapıp erkenden çiçek açtım meyveye durdum der, ancak henüz kışın çıkmadığı ve son günleri olduğunu unutmuştur, bir gün öyle bir soğuk olur ki tüm çiçekleri donar, soğuğun rüzgarı yapraklarını yakar ve o yazı kuru bir halde geçirir, çok üzgündür yaptığından nedamet duyar, kimsenin yüzüne bakamaz, çevresindeki ağaçlar baharın ilk haftasında yeşerir çiçeğe durur ve çok güzel meyveler verirler. Keder ve hüznünü gören diğer ağaçlar onun haline üzülürler ve diyaloğa geçerler, nasihatte bulunurlar.
‘’Bak sevgili kardeşim tecrübesizlik işte bu, sen zamanını beklemedin ve yaptığın işte kibirlendin diğer komşularına tepeden baktın’’ elbette ders aldın sanırım bu sana yeter, bir daha marifetmiş gibi çevrene kibirli bakma nihayetinde hepimiz tabiatın bir parçasıyız, erken öten horozun başını vururlar, yaşadığı ona ders olmuştur bir daha hiç bir kimseye tepeden bakamaz.
Öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki insanlar adeta mecrağından çıkmış sele dönmüş, kadir, kıymet, hatır, sevgi, saygı yerini menfaate bırakmış, herkes gösteriş yarışına girmiş ve bu israfı beraberinde getirmiş. O onunla yarışa girmiş diğeri ötekiyle ama sunulanı unutmuşlar daha fazla, daha fazla doymak bilmemektedir. İnsan dışındaki canlıları meraya sürdüğün vakit doyuncaya kadar değil çatlayıncaya kadar yerler, çünkü onlara kanaat duygusu verilmemiş nihayetinde dilediği kadar yemekte, bu yüzdende insanlardan ayrılmaktadırlar. Nereden nasıl geldiğini unutan canlılar zamanın girdabında sadece günü kurtarma heva ve hevesi ile var güçleri ile çalışırlar ve günün sonunda bir hiç elde ederler. Yaşadığı zamanı analiz edemeyenler o doğrultuda eksikleri ve fazlalıkları göremeyenler sadece günlük yaşarlar onların gelecek kaygısı yoktur, bu yüzdende hiç bir dalda duramazlar, başarıları sıfır olur.
Makamın ve maddenin verdiği şan, şöhret yerle yeksan olur hani Nasrettin Hocanın hikayesi gibi ‘’ Hoca düğüne gider, kapıdan içeri giremez şöyle girenlere bir bakar ve eve gider kürkünü giyip düğün kapısına dayanır, hürmet çok fazladır eh içeri girer baş köşeye oturturlar herkes bismillah der tam kaşığı yemeğe daldıracağı vakit hoca kürkün bir ucundan tutar ye kürküm ye der, etraftakiler şaşkın baka kalırlar, birisi sorar hocam bu ne haldir? Yahu itibar bana değil ki kürke onun için ye kürküm ye derim’’ hocanın tutumu etraftakilere aslında bir ders olmuştur, itibarın giyime, makama, şana, şöhrete değil insana olması gerektiğini izah etmiş, eh anlayana.
ALLAH insanlara üç göz vermiş ikisi başımızın üstünde çevreyi görelim diye velhasıl objektif olarak canlı, cansız varlıkların tamamını görmekteyiz ancak üçüncü göz gönül gözü yani batın, fiziken görünmeyen ancak ruhen hissedebilmek işte bu vasıf herkese verilmemiştir, o sırra vakıf olanlara tevdi edilmiştir. Madde burada hiç bir anlam ifade etmez, çünkü mana ne pazarda satılır, nede tezgahta bulunur varlığı inanmak ve iman etmekle vücut bulur, o sırra vakıf olanlar normal hayatın dışında yaşarlar. Konulara, olaylara faklı pencereden bakarlar, değerlendirme yaparlar, köklerine sadık olurlar, yaratılan hiç bir canlı cansız nesneyi incitmekten itina ederler.
Medenileşeceğim diye batının teknolojisi ile kültürünü de almaktayız oysa onların kültürü inançlarına ve geleneklerine dayanmaktadır, bu konuda diretenler, mesai harcayanlar doğru analiz yapamayan kimselerdir, bu aslında inanç kavramı cephesinden bakıldığı vakit yıkımın ve hezeyanın başlangıcı olarak göze çarpacaktır. Yeni zaman içerisinde artık manevi havayı teneffüs etmek neredeyse imkansız hale geldi, gittikçe tam tersi istikamette uzaklaşmaktayız, bu tip kimselerde gelecek ve başarı günlük yaşamlarını kurtarma olarak algılanmaktadır ve yozlaşan nidüğü belirsiz bir toplum zuhur etmektedir.
Üç kuruşluk menfaat için etrafına kazık atan, en yakınındakini satanlar etrafımızı sarmış vaziyette. Bu hal elbette yaşadığımız coğrafyada millet olarak tutunmamızı zora sokmaktadır, milli birlik inancı yerini menfaatçiliğe bırakmış ve nihayetinde en ufak rüzgarda bir yaprak misali savrulup gitmekte. Konunun hassasiyetini önce siyasiler, sonra eğitim kademeleri ve kamuya hizmet eden kişiler ve STK’ lar el atmalı ki meydana gelen erozyonun önü kesilsin. Yoksa kozmapolitik bir toplum vücut bulacak bu da düşmanın ekmeğine yağ sürer.
Cereyan eden hadiseler bize istikamet çizmekte, bu meyanda alınacak tedbirler sorunu mecrağında bertaraf edilmesine neden olacak, rahatlatacaktır. Geçmiş zamanlarda bugün ki terör mücadelesi verilseydi ne bu kadar kayıp olurdu, nede hasar hasıl olurdu. Sonbahar gelmeden, hazan çökmeden, yaprakları dökmeden davamıza sahip çıkalım, yeniden cihana öncü olalım, yanlış yapanları ikaz edelim.
‘’ Davamız şahıs değil, şahısta tecelli eden dava’’ (N.F.K)
ALLAH’A EMANET OLUN
Namık GEDİK